Çocukluğuyla, ilk gençliğiyle işleri yoluna koymakta kendini fail bilenlerin bir kusuru vardır: Beklememek.
Önce sorunu görürüz, anlarız. Anlamanın ardında hep yıkım karşılar insanı. Bilmek cahilken ne kadar ışıltılıdır oysa. Hayatın en ufak kırıntısını kavramak bile insanın sırtında enkaz olur, değil mi?
Bize, neden yaşının gereğini yaşamıyorsun, diye sorarlardı. Gerek mi var? Gerek, ya yüksek olasılık ya da olurun koşuluyken hayat şartlarla karşılar bazılarını. Hayatı heyecanla selamlarım, bu yaşamamın gereğidir mesela.
Uzun zaman sonra kendime “işte beklediğin” dedim. İnsanın hayatı almak ve vermek arasındaki dengeyi korumadan sürdürmesi hoş değil. Bu nasihatı hayatıma işleyebilmek için her fırsatta beklentilerimi sorgularım. Fakat benim şartlarım ve Allah’ın önüme serdiği imkanlarım var. Benim için oluşan şartlar ve yine benim için oluşturulan imkanlar tüm dünyanın hizmet ettiği zincirleme bir akış. Beklenti ise sönük bir elin hesaplı dokunuşu değil midir?
Şimdi, kuvvetli bir beklentimin keşfiyle uzun bir tefekkürün başındayım. Ömrümde hatırlı bir bölüm anlaşılma çabasında geçtiğinden ve bu beklentinin kendimce anlaşılmasıyla terkinden sonra bu sarsıntıyı çok az yaşadım. Bu yüzden kıymetli, beklemek.
Arabanın camından, meşhur olmayan bir yolda muhtemelen adı bile konulmamış dağları seyrederken fark ettim beklediğim şeyi. Yaşadıklarını başka başka şiir kitaplarında seyreden şairin beklentisi.
Dedim ki, bir şair etraflıca şu içimi dökse. Mevlana İdris’in Tarih Bitti şiiri gibi mesela. Bugün, şimdi bir şiir bizi dövsün ve aylarca açtığı yaralarla bizi sarsın istedim. Hatta bu dayak için yanağımı uzatıp beklediğimi fark ettim. Ne bekleyiş, ne beklenti, ne gerek.
Sırada doğurgan bir tefekkür var. İç çekip asıl yola koyulmanın zamanı. Onun ilk cümlesi de bu güncenin son cümlesi olsun:
“Koca şairler göçünce şu dağların hayreti bize kaldı.”